Modern kentlere amerika yerlilerinden elestiri

Yazar Erich Scheurmann’ un derleyip bize kazandirdigi “Gögü delen adam” (yerli adiyla papalagi=bizler) romani bati avrupasina seyahate cikip orda edindigi bilgileri koy halkiyla paylasan bir gezgin ve kabile sefidir.

Samoa takımadalarından biri olan upola adasinin Tiavea köyünün hâkimi ve büyük şefi Tuiavii 'nin bakiş acisiyla modern kentlere mimari ve sehir planlama usullerine dair elestirel bir yaziyi sizinle paylas istedim.

Tuiavii’nin kabilesi, adalarina ufuk cizgisinden gemilerle gelen bati insanlarina Papalagi yani gögüdelenler diyorlardi. Tuiavii hayatini bati insaninin degerli gorduklerinin aslinda kendi halki ve ahlaki degerleri ile uyusmadigini kanitlayabilmek ve onlara batinin buyuk sehirlerindeki insanlarin yasayislari hakkinda bilgi aktarmak icin gecirdi.

Bu kabile sefinin modern sehirlerimize bakisina bi goz atin derim:

(Begenirseniz like yapin sizlere calisma yasami ile ilgili soylediklerini de aktaracam)

:point_down::point_down::point_down::point_down::point_down::point_down::point_down::point_down:

Taştan Kutular, Taş Yarıklar, Yine Taştan Adalar ve Bunların Arasında Kalanlara Dair

Papalagi, tıpkı bir midye gibi, sert bir kabuğun içinde oturur. Bir çıyan gibi, taşların arasında lavların çatlaklarında yaşar. Sağı, solu, altı, üstü hep taşlarla örtülüdür. Barınağı dikine duran taş bir sandığı andırır, çok sayıda gözü olan delik deşik bir sandığı.

Bu taş kabuğa yalnız tek bir yerden girilip çıkılır, Papalagi bu yere, içeri girerken “giriş”, dışarı çıkarken de “çıkış” adını verir, oysa ortada tek bir delik vardır. Burada barınağa girmek için büyük bir güçle itmek gereken ağır bir tahta kanat vardır. Ama burası henüz işin başıdır, barınağa gerçekten ulaşabilmek için daha bir sürü tahta kanadı itmek gerekir.

Kimi barınaklarda, bir Samoa köyünde yaşayan insanlardan çok daha fazla insan oturur. Bu nedenle görüşmek istediğin aiga‘nın(yerli dilinde aile demek) adını kesin olarak bilmek gerekir. Çünkü her aiga bu taş sandığın ya alt tarafında, ya üst tarafında, ya da ortalarında, sağında ya da solunda belli bir bölümünü kendine ayırmıştır. Bir aiga diğerlerinin ne yaptığını bilmez. Sanki yalnızca taş bir duvar değil de, Manono, Apolima ve Savaii (samua takim adalari) gibi birçok deniz ayırır onları. Çok zaman birbirlerinin adlarını bile bilmezler. Giriş deliğinde karşılaştıklarında ya isteksizce selamlaşırlar, ya da düşman böcekler gibi mırıldanırlar. Gören de bir arada yaşamak zorunda kaldıkları için hiddetlendiklerini sanır.

Eğer aiga en tepede, yani çatının hemen altında yaşıyorsa, zikzak ya da halka şeklindeki dallara tırmanmak gerekir, taa bir aiga‘nın adının duvarda yazılı olduğu yere kadar. Sonunda karşısına süslü bir kadın memesine benzer bir şey çıkar. Bunun ucuna bastığında aiga‘ya senin geldiğini bildiren bir çığlık duyulur. Duvarda parmaklıklı bir delik açılır ve içerden düşman olup olmadığına bakarlar. Gelen düşmansa açmazlar, yok eğer tanıdık biriyse zincirleri çözüp, konuk yarıktan gerçek barınağa girebilsin diye kanadı kendilerine doğru çekerler.

Bu barınak da dik duvarlarla bölümlere ayrılmıştır. Kanatlardan kanatlara, giderek küçülen kutulardan kutulara geçilir. Her kutunun -Papalagi bunlara oda adını vermiştir- bir deliği vardır, eğer oda büyükse iki ya da üç tane de olabilir delik. Bunlardan içeri ışık girer. Bu delikler camlarla kapatılmıştır. Eğer içeri temiz hava girsin istenirse -ki bu çok gereklidir- camlar kaldırılır. Ama hava ve ışık deliği olmayan birçok kutu vardır buralarda.

Bir Samoalı bu kutularda hemen boğuluverir, çünkü hiçbir yerinden içeri bizim kulübelerimizde olduğu gibi taze hava giremez. Sonra aşevinin kokuları da çıkacak delik ararlar kendilerine. Ama çok zaman dışarıdan gelen havanın daha iyi olduğu söylenemez. İnsan bunların nasıl olup da ölmediğine ya da kuş olmaya, kanat takıp hava ve güneş olan yerlere yükselmedikleri için hayıflanmadıklarına şaşırıyor. Ama Papalagi, bu taş kutuları sever ve artık zararlarını ayrımsamaz.

Her kutunun özel bir amacı vardır. En büyük ve aydınlık olanı aile fono‘ları (yerli dilinde toplanti demek) ya da konuk ağırlamaya yarar, bir diğeri de uyumaya. Burada döşekler serilidir. Serilidir dediysem, yerde değil tabii, uzun ayakların üstünde duran bir tahta kasada yani; böylece döşeğin altından hava girmesi sağlanır. Üçüncü bir oda yemek yemek ve duman tüttürmek, bir dördüncüsü yiyecekleri saklamak, beşincisi pişirmek, sonuncusu ve en küçüğü de yıkanmak gibi işlerde kullanılır. En güzel bölüm budur. Duvarları aynalarla kaplanmış, yer döşemesiyse renkli taşlarla süslenmiştir. Ortada taştan ya da madenden yapılma büyük bir çanak vardır ve bunun içine su akar. Gerçek bir şef mezarından bile büyük olan bu çanağın içine girilip, taş kutuların tozlarından temizlenmeye çalışılır. Daha çok kutusu olan barınaklar da vardır tabii. Hatta öyle barınaklar vardır ki, her çocuğun kendisine ayrılmış bir kutusu olması bir yana, Papalagi’nin hizmetçisinin, atının, köpeğinin bile ayrı ayrı odaları vardır.

Papalagi, yaşamını işte bu kutular arasında geçirir. Günün hangi saatinde olduğuna göre ya o kutuda ya bu kutudadır. Çocukları burada, topraktan yukarıda -genellikle yetişkin bir palmiye ağacından bile yüksekte- taşların arasında büyür. Papalagi zaman zaman, kendi deyimiyle, özel kutusunu terk edip başka bir kutuya gider. Burası işyeridir. Burada karısı ve çocukları olmaksızın rahatça çalışır. Bu arada kadınlar ve kızlar ya aşevinde yemek pişirirler, ya da beden kılıflarını ve örtülerini yıkarlar. Eğer hizmetçi tutacak kadar zenginlerse bu işleri hizmetçi yapar, kendileri de ziyarete ya da alışverişe giderler. Samoa’da yetişen palmiyeler kadar çok insan Avrupa’da böyle yaşar, hatta belki daha bile fazlası. Kimileri ormana, güneşe ve bol ışığa özlem duyar, ama bunlara genellikle karşı çıkılması gereken hasta gözüyle bakılır. Eğer bir kimse bu taşlar arasındaki yaşamdan hoşnut değilse, şöyle denir: “Bu anormal bir insan!” Bu da aşağı yukarı şu anlama gelir: “Bu adam Tanrı‘nın insanlar için neyi uygun gördüğünü bilmiyor.”

Bu taş kutular, omuz omuza duran insanlar gibi birçoğu bir arada durur, aralarında ne bir ağaç ne de bir çalılık vardır onları ayıran. Ve her birinde bütün bir Samoa köyünü dolduracak kadar çok insan yaşar. Bir taş atımı uzaklıkta yine omuz omuza vermiş duran çok sayıda taş kutu daha vardır. Bunlarda da insanlar yaşar. Bu iki sıranın arasında Papalagi’nin “cadde” dediği bir yarık vardır. Sert taşlarla kaplı bu yarık, çoğu kez bir ırmak kadar uzundur. Boş bir yer bulmak için saatlerce koşmak gerekebilir. Boşluğun olduğu yere de genellikle çok sayıda başka yarık bağlanır. Bunlar da yine aynı uzunlukta yan kollara ayrılırlar. İnsan bu taş yarıkların içinde bir orman ya da büyücek bir gökyüzü parçası bulana dek günlerce aranmak zorunda kalabilir. Bu yarıklarda gerçek bir gökyüzü mavisi bulmak çok zordur. Çünkü bir kulübenin en azından bir tane, çoğunlukla da daha fazla bacası vardır. Bunlar havaya Savaii’deki volkan patlaması gibi duman ve kül savururlar. Tabii bu küller de yeniden yarıkların üstüne yağar. Bu yüzden taş kutular Mangrove bataklığının balçığı gibi görünürler. İnsanların saçlarına ve gözlerine kara toprak parçaları kaçar, dişlerinin arası da kum dolar.

Ama bütün bunlar insanları sabahtan akşama dek bu yarıklarda koşuşturmaktan alıkoymaya yetmez. Hatta bundan özel bir zevk alanlar bile vardır. Hele kimi yarıklarda korkunç bir kargaşa hüküm sürer, insanlar buralarda ağır bir balçık gibi akarlar. Bunlar caddelerdir. Caddelerde camdan yapılma dev sandıklarda insanların yaşamak için gerek duydukları şeyler sergilenir: Kafa süsleri, beden kılıfları, yiyecek maddeleri, balık, sebze, meyve gibi gerçek yiyecekler ve daha bir sürü şey. Bunlar insanları cezbetsin diye açıkta dururlar. Ama kimse bunlara elini süremez. Eğer gerçekten gerek duyan olursa özel izin alması ya da karşılık olarak bir fedakârlıkta bulunması icap eder.

Bu yarıklarda insanlar, her yönden gelen çeşitli tehlikelerin tehdidi altındadırlar. Çünkü yaptıkları iş yalnızca yarık boyunca koşuşturmak değildir. Karşıdan karşıya geçerler, ata binerler, üstelik bunlar yetmiyormuş gibi bir de metal şeritler üstünde kayan büyük cam sandıklara binip kendilerini taşıtırlar. Gürültü dehşet vericidir. At nalları taş zeminde takırdar, insanlar sert ayak derilerini yerlere vururlar, çocuklar bağırır, kimi sevinçten, kimi dertten binbir türlü insan bağırır durur. Tabii sen de başkalarıyla anlaşabilmek için bu gürültüyü delip geçsin diye avaz avaz bağırırsın. Genel bir uğultudur duyulan. Sanki Savaii’de fırtınalı bir günde, sarp kayaları döven dalgaların çatırtısı gibi, ya da takırtılar, gümbürtüler, çınlamalar gibi.

İşte, bütün bunların hepsi; yani kalabalık taş kutular, taş yarıklar, oraya buraya uzanan binlerce ırmağın içindeki insanlar, gürültü, kargaşa; ağaçtan, gökyüzünün mavisinden, temiz havadan, bulutlardan yoksun kapkara kumlar ve dumanlarla kaplı yerler Papalagi’nin “kent” adını verdiği şeydir. Ömründe hiçbir ağaç, tek bir ırmak ve gökyüzünü görmemiş ve de Büyük Ruhla yüz yüze gelmemiş insanların yaşadığı, ama yine de gurur duydukları yaratıları. Lagündeki mercanların arasına yuvalanmış sürüngenler gibi insanlar. Ama o sürüngenlere bile denizin berrak suları, güneşin sıcacık soluğu ulaşır. Acaba Papalagi, yarattığı bu taşla övünüyor mu? Bilemem. O, kendine özgü fikirleri olan bir yaratıktır. Hiçbir anlamı olmayan, onu hasta eden pek çok şeyi yapar; üstelik bununla da yetinmeyip bir de bunları ödüllendirir, üstüne maniler düzer.

Neyse, kentten söz ediyorduk. Büyüklü küçüklü birçok kent vardır. En büyüklerinde o ülkenin en önemli şefleri oturur. Kentler bizim denize yayılmış adalarımız gibi oraya buraya yayılmıştır. Kimisi bir yüzmelik uzaklıktadır, ama çoğu günlerce uzaklıktadır. Bütün taştan adalar birbirlerine, işaretlenmiş patikalarla bağlıdır. Buralarda ulaşım, solucan gibi ince uzun kara gemileriyle sağlanır. Bunlar demir şeritler üstünde, bizim tam yol giden on iki çifteli kayıklarımızdan bile daha hızlı kayarlar ve ikide bir tepelerinden duman püskürtürler. Ama başka adadaki bir dostuna yalnız şöyle bir talofa (selam vermek) demek istiyorsan oraya dek gitmene ya da kaymana hiç gerek yok. Sözlerini metal bir telin içine söylemen yeterli. Bu teller taştan adalar arasında uzanır ve senin sözlerini gideceği yere bir kuştan daha hızlı ulaştırır.

Bu taştan adaların arasında Avrupa adı verilen gerçek kara parçası yer alır. Bu aralardaki topraklar zaman zaman bizdeki gibi güzel ve bereketlidir. Ağaçlar, ormanlar ve ırmaklar vardır. Hatta gerçek küçük köylere bile rastlanır. Kulübeleri taştan da olsa bol bol meyve ağaçlarıyla çevrilidir. Yağmur onları her yandan yıkar, yeller de yeniden kurutur.

Bu köylerde, kentlerdekinden başka türlü düşünen insanlar yaşar. Bunlara toprak insanları denir. Yarık insanlarından daha çok yiyecekleri olduğu halde elleri daha kaba, örtüleri daha kirlidir. Yaşamları diğerlerinden çok daha güzel ve sağlıklıdır: Ama kendileri buna inanmaz; ve toprağa basmayan, tohum ekip ürün biçmeyen, bu yüzden onlara boşgezer gözüyle bakan yarık insanlarını kıskanırlar. Onlara karşı düşmanlık güderler. Onlara kendi topraklarında yiyecek sağlayan, meyve toplayan, yağlanana kadar sığırları otlatan ve sonra da yarısını yarıklardakine veren hep toprak insanlarıdır çünkü. Tüm yarık insanlarına yiyecek sağlamaktan canları çıkar. Yine de, neden öbürlerinin örtülerinin daha güzel, ellerinin daha beyaz olduğunu, neden kendileri gibi güneşten terleyip, rüzgârda üşümek zorunda kalmadıklarını bir türlü almaz kafaları.

Yarık insanıysa bunun üstüne hiç kafa yormaz. O, toprak insanından daha üstün haklara sahip olduğu, yaptığı işin meyve toplamaktan daha değerli olduğu kanısındadır. Ama bu iki grup arasındaki çatışma savaşa yol açmaz. Papalagi genellikle, ister köyde yaşasın ister yarıklarda, her şeyi olduğu gibi kabullenir. Toprak insanı kente geldiğinde yarık insanının zenginliği karşısında gözleri kamaşır, yarık insanıysa toprak insanlarının köylerinden geçerken homurdanır, yüksek perdeden atıp tutar. Bu da yetmezmiş gibi, onun taştan kutularını yapan ve seven toprak insanına domuzlarını besletir.

Ama biz güneşin ve ışığın özgür çocukları, Büyük Ruh’a sadık kalmalı, böyle taşlarla onun kalbini kırmamalıyız. Yalnız yolunu şaşırmış, hastalıklı ve Tanrı‘nın elini elinde hissetmeyen insanlar bu taştan yarıklar arasında güneşten, ışıktan ve yelden yoksun kalarak mutlu olabilirler. Papalagi’nin sözde mutluluğu kendinin olsun. Ama bizim güneşli kıyılarımıza taş kutularından dikmeye kalkıştığında hepsini başına yıkmalıyız. Mutluluğumuzu taştan kutular, gürültü, duman ve yarıklarla yok etmeye çalıştığında karşısına dikilmeliyiz.

3 Beğeni